Bu da mi Gol Değil?

Ahmet Anadolu’nun ücra bir köyünde doğmuş, gözleri çipil çipil merakla bakan, her şeyi görüp öğrenmeye çalışan hareketli bir çocuktu. Şimdilerde çocuk olsaydı üstün zekalı diye tanımlanırdı   ama eski zamanlarda, “Ziyan bu oğlan ziyannn!” diye tabir edilen bir çocuktu. Annesin tarla, bağ, bahçe işlerinden Ahmet’i gözü görmüyordu bile.   Sadece yaramazlık yaptığında sesleniyordu ona; “Boyu devrilesice! ziyankar bebe!”

Ahmet de annesinin çıldırmasından sonra bağ bahçe neresi varsa oraya kaçıp oralarda yeni neler görüp öğrenebilirim diye keşiflerine devam ediyordu. İşte güçte hiç gözü yoktu. Hayat onun için biraz zordu. Diğer çocuklar taşla sopayla oynarken Ahmet hep bir başkalık farklılık arıyordu. Bir keresinde annesi unları değirmene götürüp öğütmesi için yardım istemişti de değirmene gittiklerinde elini merakından az daha taş değirmenin altına kaptırıyordu. Tarlada buğday başaklarını attıkları makineye “patoz” diyorlardı.

                                                                                                                                             
                                            

"Bu patoz başakları saplarından nasıl ayırıyor acaba?" diye merakla elini kayışa değdirmişti de kolunu kırmıştı. Kırık kolla da yerinde duracak değildi elbet Ahmet. Çok canım sıkılıyor diye köylerinin altından geçen tren yoluna gidip oradan geçen trenleri izlemeye koyuldu. “Acaba bu trenler nasıl çalışıyor?” diye düşündü. Bu kadar hızlı gitmesi için ne yapıyorlardı acaba? Bu raylardan başka bir şeyin üzerinde gidemez miydi bu koca demir yığını? “Acaba tren şoförü mü olsam?” diye geçirdi içinden. O zamanlar treni kullanana makinist dendiğini de bütün bu sorularının cevabını nerden alacağını da bilmiyordu Ahmet.

Köyde sadece ilkokul vardı. Köydeki bütün ağabeyleri ve ablaları orta okulu okumak için gurbete gitmişlerdi. Eğer sorularına cevap bulmak istiyorsa o da gurbete gitmeliydi. Annesi de aynı şekilde düşündü Ahmet'in. Biraz da belki şu yaramazlığı diner düşüncesi ile gurbette bir tanıdığının yanına gönderdi onu. Adı üstünde gurbet işte ana kucağı gibi olur mu? Yakınlarının evinde yetim gibi olmuştu Ahmet. Aynı yaşta olan Cemil ile aynı okula gidiyorlardı ama aynı muameleyi görmüyorlardı. Cemil ona tokmak kafa adını takmıştı. 
                                                                                                                                            
                                                                                   


Okula giderken çantasını taşıttırıyor, harçlığını elinden alıyor, eve geldiklerinde ise tüm angarya işleri ona yaptırıyordu. Yatmaya yakın tam ders çalışacağı sıra “Işıkları kapat tokmak kafa ben uyuyacağım.” diye çıkışıyordu. Okulda da öğretmenini çok iyi dinlemediği için biraz zorlanıyordu haliyle. Böyle böyle aradan 1 yıl geçti ve Ahmet'in ders notları sene sonunda kötü gelmiş, hocaları onun sınıf tekrarı yapması gerektiğine karar vermişlerdi. Annesi ve babası “Bu oğlan okumayacak anlaşıldı, bir yıl daha başkalarına yük olmasın." düşüncesi ile onu köye geri getirdiler. 

Ahmet köye dönmeyi hiç istemiyordu. Ona bir şans daha verilsin ve tüm merak ettiklerini öğrensin istiyordu ama onu kimse dinlemedi. Söz hakkı verilmedi. Anne ve babası onu alıp köylerine getirdiler.  Ahmet o günden sonra daha hırçın bir çocuk oldu, çok yaramazlık yapmadı ama daha aksi bir hale dönüşmüştü. Söz dinlemez başına buyruk bir tavrı olmuştu. Kendisine yapılan haksızlığı hazmedemiyor sürekli Cemil'i suçluyordu. “Bana öyle yapmasa benim notlarım çok iyi gelirdi.” diyordu. Sonra anne babasını suçluyordu “Bana sahip çıksalardı ben şimdi okulu bitirmiştim.” diyordu. Köyde tarlada çalışmak da hiç işine gelmiyordu. Sürekli dağ bayır gezmek istiyordu. Bir yerde sabit kalmayı hiç sevmiyordu. Verilen işleri de hep yarım yamalak bırakıyordu. 

Böyle böyle büyüdü ve genç bir delikanlı olduğunda köyden gurbete gitme kararı aldı. Gurbete gittiğinde de işler hayal ettiği gibi olmadı. İşler her ters gittiğinde suçlayacak birilerini buluyordu.
•A, o Murat yok mu? O’na kazık atmasa şimdi milyarderdi.
•Ah, o elim yok mu? Az daha sermeye koysaydı işleri büyütüp daha çok kazanırdı.
•Ah o patron kendisini bi anlasaydı böyle olmazdı.
•Hele o Özge yok mu? Hiç laf anlamıyordu, kendisine bir uyumlansaydı şimdi mutlu mutlu yaşamış olurlardı.
                                                                                      
 
Peki insan hayatta problemlerini böyle mi çözerdi?
Hayat bazen işleri terse yatırır. Evet ama bunun çözümü hep dış dünyayı suçlamaktan mı geçerdi?
Her zaman başkaları mı suçlu?
Kaleye kadar gelip golü atamıyorsam hep mi takım arkadaşım ya da karşı takımın oyuncusu suçlu?
Ya da hakem mi haksızlık yaptı?
Bu da mı ofsayt?
Bu da mı gol değil beeee?
Halbuki ki ben atmıştım topu kaleye. Hakem yanlış gördün. Çelme taktılar.
 
Yoksa:
•O çelmelerden kurtulabilmek için antrenmanı mı çoğaltmalıyım?
•Kondisyonumu daha iyi hale getirmek için daha mı çok çalışmalıyım?
•Daha düzenli uyku ile beslenmeme, kendime, yaşam stilime dikkat mi etmeliyim?
 
Problemimizin nedenini dış dünyada aradığımız sürece çözüm bize gizlenir. İnsan bir problemi çözmek istiyorsa eğer dış dünyaya değil, dönüp hep kendine ve yapabileceklerine odaklanmalı. Ancak böyle yaparak insan dününden daha iyi ve mutlu olabilir.
 
“Bu sefer de gol olmadı ama bir daha ki sefere olacak İNŞALLAH...” diyebilirse insan kazanır.
 

    &

 Deneyimsel Tasarım Öğretisi tutarlı, uygulanabilir, anlaşılabilir, faydalı bilgilerle hayatımızı kolaylaştırmamızı sağlar. Bu bilgilerle insan ailesiyle, arkadaşlarıyla çocuğuyla nasıl daha iyi bir ilişki kurabilir, eşiyle nasıl mutlu olabilir, patronuyla iş arkadaşıyla, müşterisiyle nasıl daha etkili bir iletişim kurabiliri öğrenir.


"İnsanoğlu, yeryüzünde var olduğundan beri, 

En büyük dostu ve düşmanı hiç değişmedi. 

Aynadaki kişi...

Tek başına neler yapabileceğini keşfet!" 

Yahya Hamurcu





































Yorumlar