Sıkışmış

 

SIKIŞMIŞ...

"Birds flying high, you know how I feel

Sun in the sky, you know how I feel

Breeze driftin on by, you know how I feel

It’s a new dawn, it’s a new day, it’s a new life

And I am feeling good..." 

diye çalan şarkıya eşlik ediyordu; şehrin iki yakasını birbirine bağlayan köprüde trafikte sıkışmış beklerken. Şarkıda söylediği gibi kuşlar, güneş, rüzgar hepsi onun nasıl hissettiğini biliyordu. Yeni bir gün, yeni bir hayat ve kendini iyi hissediyordu. Bu şarkıyı Kilimanjaro’da her gece kamplarda dinlemişti. Şimdi de yine orayı hatırlamak için dinliyordu. Onun için de yeni bir hayat başlamıştı.  Hayatı eskisi gibi olamazdı artık, olmasın da artık.

Başladığımız yere döndük ama nasıl?

Gerçi yine,  üç hafta sonra, her zaman kaldığı trafiğin içinde kalmıştı ama Nazan aynı Nazan değildi. “Başladığımız yere geri döndük ama aynı şekilde değil,” dedi kendi kendine. Kilimanjaro’dan döneli bir hafta olmuştu. Şehir hayatına tekrar uyum sağlamakta zorlanıyordu. Dışardan bakınca çok iyi görünüyordu, yanaklarına renk gelmişti, eskisine oranla daha dik, daha kendine güvenli yürüyordu ama üzgün hissediyordu; sevdiği birinden ayrılmanın verdiği üzüntü gibi, onu bir daha göremeyecek olmanın hüznü gibi. Hiç istememişti oraları bırakıp gelmeyi. Daha önce de defalarca bu tip dağlara çıkıp inmişti ama bu başkaydı.

İş hayatına atıldığı ilk zamandan beri bir ceketini ofiste sandalyesinin üstünde bırakıp, kimseye haber vermeden, kalkıp ufuk çizgisine doğru yürüme hayali vardı. İş arkadaşları da bilirlerdi bunu. “Ceket var, ben yoksam aramayın beni,” derdi. “Canım benim,” derlerdi, “Hiçbir yere gidemezsin çünkü bu şehirde ufuk çizgisi görünmez.” İşte Kilimanjaro’da ufuk çizgisine yürümüştü ama işin acı tarafı, geri dönmek zorunda kalmıştı.

Gelmeden önce orayı hatırlatması için kendisine bir çift boncuk küpe bile almıştı oralardan. Arkadaşlarının dalga geçmesine rağmen devamlı bu küpeleri takıyordu. Küpeler, basit bir tele geçirilmiş renkli boncuklardan ibaretti. Şehirde özellikle işe giderken büründüğü kurumsal görüntüyle uyumsuzlardı tabii. İnce, yüksek topuklu ayakkabılar, kalem etekler, ipek gömlekler ve renkli boncuk küpeler. İncileri, altınları, bir kenara bırakmıştı. Sadece bu küpeleri takıyordu bir haftadır. İstedikleri kadar kıyafetine uymasınlar, o sıkıldıkça küpelerine dokunuyor ve bulutlardan bile yüksek yamaçlara geri gidiyordu.

Çalan kornayla kendine geldi, önündeki arabayla oluşan iki metrelik boşluğu doldurmasını istiyordu arkasındaki arabanın sürücüsü. “Problem değil,” dedi kendi kendine, “Gidecek bir yer olmadığı halde telaşa devam edelim.” Trafikte beklerken etrafındaki arabalara da bakıyordu tabii. Ne kadar çok, ne kadar büyük arabalar, ne kadar konforlu. Kiminin farları kendiliğinden yanıyordu, kiminin koltuk ısıtması vardı. Ama arabaların içindeki insanlar pek mutlu ya da rahat görünmüyordu. Çoğu koyu renk kıyafetler giymişti, asık yüzler ve camlardan sızan sigara dumanları ile ilerlemeye çalışıyorlardı. Önündeki araba bir sigarayı atıp hemen ikincisini yakmıştı bile. “Şimdi,” dedi, “Masailer olsa renkli kıyafetleri, gülümseyen yüzleri ile yanımızdan yürüyüp gitmişler, köprüyü de geçmişlerdi. Biz de burada kendi yaptığımız aletlerin tutsakları olarak oturalım.” Zaten her şey onları ve onların yaşamlarını gördüğü zaman biraz daha anlamsızlaşmıştı.


Az aslında çoktur...

Kilimanjaro; kısaca Kili, Tanzanya’da olmasına rağmen Kenya’dan daha rahat ulaşılıyordu. Nazan’ın da içinde olduğu ekip Kenya’ya uçup otobüsle Tanzanya’ya geçmişti. Onlar sınır kapısında pasaport kontrolü ile uğraşırken Nazan sınırdan yürüyüp geçen Masaileri görmüştü. Kalabalık, kadınlı erkekli bir grup, keçiler, eşekler, çoluk çocuk, yürüyüp geçiyorlardı. Nazan Türk rehbere sorduğunda Nihat gülmüştü “Onlar Masailer, belli bölgelerde serbestçe dolaşabiliyorlar. Kenya’dan Tanzaya’ya göç ediyorlar şu anda,” dedi. Nazan Masaileri biliyordu ama yakından görmemişti tabii. Uzun boylu adamların ellerinde kendileri gibi uzun mızraklar, bellerinde palaları vardı, kadınların sırtlarında bebekleri. Kıyafet olarak kadın, erkek hepsinin üstünde birkaç parça örtü, eşekleri, keçileri yürüyorlardı. Eşeklerin üstünde de pek bir şey yoktu. Durdukları yerde kendilerine toprak ve samandan ev yapıyorlardı. Nazan bir de kendi hallerini düşündü, 10 günlük gezi için bile Masailerden daha çok eşyaları vardı. Evindeki eşyaları düşünmek bile istemiyordu.

Bu insanların televizyonu, cep telefonu, bilgisayarları, elektrikleri, arabaları, koltuk takımları yoktu. Her şeyi bırak, pasaportları da yoktu. Ve onların da hayatı devam ediyordu. Onlar da seyahat ediyordu, Nazan da; ama arada dağlar kadar fark vardı. Rehberin dürtmesi ile kendine geldi. “Merak etme,” dedi rehber, “Bir hafta kadar biz de nerdeyse onlar gibi yaşayacağız.” “Ayakkabıları yok,” dedi Nazan. “Evet, motosiklet lastiğinden yapılma bir sandalet giyiyorlar, onu da hepsi giymez. Çöpleri bile olmaz, nasıl beceriyorlar bilmiyorum, her şeyi geri dönüştürebiliyorlar. Arkalarında en fazla avladıkları hayvanların leşini bırakıyorlar ki onu da diğer hayvanlar yesin diye.”


Ağır ağır ilerleyen trafikte artık karşı yakadaki gökdelenleri, bütün yüzeyleri camla kaplı binaları görebiliyordu. Bu binalar, içindeki insanlar, kendisi, ne için çalışıyordu, bütün gün ne yapıyordu? Günün sonunda bir Masai de ihtiyaçlarını karşılayabiliyordu hem de o kadar az malzeme ile. “Onlar dişlerini bir dal parçası ile temizliyordu, bizim ise elektrikli diş fırçaları var.” Kim daha mutluydu, kim aslında daha çok şeye sahipti, kim gerçekten yaşıyordu?

“Bir yerden azaltmaya başlamak lazım, onlar bu kadar azla yaşarken bizim bu kadar çok şeye gerçekten ihtiyacımız olabilir mi? Bir sonraki şirket toplantısına bir Masai kabile lideri mi çağırsak?” Bu fikir onu gülümsetmişti. Akmaya başlayan trafikte ofise doğru ilerlerken zihninde patrona bunları nasıl anlatacağının planlarını yapmaya başlamıştı bile...

Yorumlar

  1. Ellerinize sağlık, hayatı gözümün önünden geçirdim. Günlük yaşamda ihtiyaç sandıklarımızla nasılda oyalanıyoruz...

    YanıtlaSil
  2. Çok güzel anlatılmış 🙏😊

    YanıtlaSil
  3. Gerçekten mutlu olmak için çok şey ihtiyacımız yok. Eve gelip bir kaç şey atma isteğim oluştu yazı okurken
    Emeğinize sağlık

    YanıtlaSil
  4. Yazıyı okuyunca masailerle yaşamak istedim. 🙂Az aslında çoktur. İnsanlar ihtiyaçları isteği karıştırdıkları zaman sanki
    çok şeye ihtiyaçları varmış gibi
    onlar olmadan yaşanmazmış gibi
    olmazsa olmazlarıymış gibi,
    onlar olmadan hep bir eksiklik olacakmış gibi, zannediyorlar.
    İmkanlarımız eşyalarımız hayatı daha konforlu hale getiriyor diye düşünüyoruz ama bu konfor aslında bizi öldürüyor. Marifetlerimizi azaltıyor. Bizi ölü bir ceset haline dönüştürüyor. İnsanoğlu hep canlı diri pırıl pırıl enerjik uyanık olmak istiyor böyle olmak için çaba mesai harcıyor. Konforu elde ettiğinde tok oluyor ve tokluk insanı öldürüyor. Mustafa Ali vardı : Ben çalışmaya karşıyım diyen. Biraz ona benzettim.

    YanıtlaSil
  5. Kim daha mutluydu, kim aslında daha çok şeye sahipti, kim gerçekten yaşıyordu?

    YanıtlaSil
  6. İki faklı dünya, bambaşka yaşam stilleri, çok güzel anlatmışsınız kaleminize sağlık. İnsan nerede yaşıyorsa oraya alışıyor. Şehir hayatı da bazılarımızın sınavı olsa gerek. Arada kaçmak doğayla iç içe en doğal halimizle yaşamak, hiç yoksa ormana gidip piknik yapmak, yer sofrası kurup etrafında toplaşmak, ip atlayıp top oynamak ruhen bedenen, gerçekten iyi geliyor.
    Teşekkürler.

    YanıtlaSil
  7. Çok güzel bir yazı olmuş keyifle okudum. Ellerinize sağlık. Azla yetinmeyi Bilmrk çok önemli

    YanıtlaSil
  8. Çok keyifli .. :)
    Az olan çoktur .. bu hep böyledir. Eşya, insan, imkan, zaman .. gerçek marifet o azı doğru yönetmek.. insan üzerindeki teması arttırmak. Şahane anlatmışsınız. Belki de üzülerek baktığımız insanların asıl bize üzülmesi gerekiyordur :) bu kadar imkanla bu kadar mutsuzluk … acı ama gerçek…

    YanıtlaSil
  9. Ayten N. Kaya4 Eylül 2022 11:20

    İnsanın ağırlıklarıni azaltmaya başlaması özgürlüğe yaklaşması gibi....yapabilenlerden olmak dileğiyle..
    Elinize sağlık.

    YanıtlaSil
  10. Ayten N. Kaya4 Eylül 2022 11:23

    İnsanın ağırlıklarıni azaltmaya başlaması, özgürlüğe yaklaşması gibi..
    Yapabilenlerden olmak dileğiyle..
    Emeğinize sağlık...

    YanıtlaSil
  11. Gerçekten şehir hayatında, işin ayrı yükü evdeki eşyanın da ayrı yükü oluyor. Eşya bize değil biz eşyaya hizmet ediyoruz. Teması da mutluluğumuza katkısı da olmuyor. Sadeleşmek için gaza getirici bir yazı olmuş. Emeğinize sağlık..

    YanıtlaSil
  12. Küçük ama büyük heryere giden hamleler

    YanıtlaSil
  13. Gereksiz abartılı detaylardan arınmış sade akıcı anti over design özellikleri taşıyan her alanda kaliteli tasarımın anahtar kelimesi yakışır bu yazıya da sanırım; Les is more...Kaleminize sağlık

    YanıtlaSil

Yorum Gönder