Telefon çaldığında bilgisayarının ekranındaki tablonun derinliklerinden uyandı. Kağıtlarla kaplı masanın üzerinde bir süre telefonu aradı. Telefon acı acı çalmaya devam ediyordu. Kağıt yığının altından çekip çıkardığında, arayanın Fahri olduğunu gördü. Şaşkınlıkla cevap verdiğinde şaşkınlığı sesine de yansımıştı. Nazan’ın bütün arkadaşları gibi Fahri de Nazan’ın ofis saatleri içesinde aranmayacağını bilirdi.
“Yok bir şey.” dedi Fahri. “Akşama program yapma. Birkaç arkadaş bende buluşacağız, sen de gel diye aradım. Seni birileri ile tanıştıracağım.” Nazan’ın şaşkınlığı iyice arttı, “Bu da nereden çıktı?” dedi. “Soru sorma gel, sana bir sürprizim bile olabilir, hadi hoşça kal.”, demesiyle telefonun kapaması bir oldu.
İlişkiden önce iletişim
Akşam Fahri’nin evine vardığında içerde altı kişi vardı. Üçü akraba, abla, kardeş ve kardeşin kocası, diğer üçü bağımsız. Nazan hiç birini tanımıyordu. Tanışıldı, hoş beş, yemekler yendi ama Nazan hala neden oraya çağrıldığını anlamamıştı. Mutfakta Fahri’yi sıkıştırıp detayları alacağını düşünerek iki tabak alıp mutfağa yöneldi.
- Nedir bu sürpriz, hadi bakalım, dökül?
- Bu üçlü var ya, bir arkadaşlarını da yanlarına alıp bir turla bu sene Kilimanjaro’ya çıkmaya niyet etmişler. Tur şirketi beş kişi olmadan geziyi organize etmiyormuş. Yani Kilimanjaro’ya beşinci arıyorlar, benim de aklıma sen geldin. Bir tanışın bakalım kanınınız ısınırsa beraber gidersiniz.
Nazan’ın gözleri kocaman açılmış, ağzı açık kalmıştı. Fahri bütün bunları okeye dördüncü arıyoruz rahatlığı ile anlatıyordu.
- Ben senden bahsettim aslında da biraz şüpheyle yaklaştılar.
- Ne! Neye şüpheye yaklaştılar?
- Yani bir sürü şey sordular tabii; yaşın, daha önce çıktığın dağlar, işin vb. sorular. İşinden dolayı biraz çekiniyorlar.
Bugün Nazan’ın şaşırma günüydü. Bu ne böyle, iş mülakatı gibi diye düşündü.
- İşim mi, ne alaka işim?
- Yani işte bu kadar erken yaşta böyle yüksek bir pozisyonda olunca insanlar karşılarında köpekbalığı gibi bir tip bekliyorlar. Hırslı, sadece kendine çalışan bireysel biri sandılar seni büyük ihtimal. Biliyorsun dağdaki en çekilmez tipler işte. Gerçi şehirde de çekilmez de dağda çekip gidemezsin de. Grubu acele ettirirsin, illa zirve diye tutturup onları tehlikeye atabilirsin filan diye çekindiler herhalde. Ben de kendiniz gelin tanışın dedim. Dur gidip çağırayım da konuşun.
Sebep mi, sonuç mu?
Nazan hiç böyle bakmamıştı kendine. Ofisteki halini düşündü, kendi ekibine nasıl davrandığını? O işini seviyordu, başkasına sıkıcı gelen kısımlar onun için eğlenceliydi, rakamlar bir bulmaca gibiydi ve bulmacaları çözmek hoşuna gidiyordu. Her ay onun için ayrı bir hikayeydi. O çalışırken terfiler kendiliğinden gelmişti. Kendisine illa müdür olacağım gibi bir hedef koymamıştı ama her gün bir önceki günden daha iyi olacağız diye bir hedefi vardı ekibinin. Her gün işimizi elimizden gelen en iyi şekilde yapmak, bu kadar. Sonuçları zaten kontrol edemiyorlardı ki. Tabii dışardan nasıl göründüğünü anlayabiliyordu.
“Haklılar” diye düşündü. En az 10 günlük seyahat, dağa kiminle gittiğin önemli tabii. O sırada üçlü mutfağa giriş yapmıştı bile.
- Kilimanjaro yüksek bir dağ tabii, diye başladı abla. Kondisyon
gerekiyor. Yani teknik dağcılığa ihtiyaç yok, ama yükseklikten dolayı az
oksijene uyum sağlamak gerekiyor ve günlük yürüyüşler patikalardan bile olsa
çok uzun. Bir de tabii şu son dönemde üç bin metrenin üstünde bir yerlere
çıktıysan çok daha iyi. Ağrı’ya çıktın mı mesela?
- Yok çıkmadım ama kondisyonum fena değil. Zaten daha zaman var,
Ağustos’ta değil mi?
- Hımm dedi abla. Bir Ercüment’le konuşalım nasıl yapabiliriz bu üç
bin metre üstünü diye.
- Ercüment?
- Turu organize eden şirketin sahibi, Ankara’da o da, ararız.
Bugün Nazan’ın şaşırma günüydü. Üniversitede bu işlere ilk başladıklarında hepsinin kahramanı olan, Ankara’da ilk dağcılık malzemeleri satan dükkanı açan Ercüment’in şirketiyle mi gidiyorlardı? Ah o dükkana ne girip çıkarlardı, tabii bir şey alamadan, öğrenci adamın parası yetmezdi o malzemelere.
- Ama önce, dedi abla, biz beşimiz bir yere gidelim de birbirimizi
bir de dağda tanıyalım. 23 Nisan’da ne durumdasın? Isparta Dedegöl’e
gidebiliriz, üç bin metre orası…
- Ayarlarım, dedi.
Ekip 23 Nisan’da buluşmak üzere vedalaştı.
Zirveye
kadar gelmişken nasıl dönülür?
O kadar uzun ve baskılı bir yolculuktan önce daha yakındaki bir yere gitmeleri iyi fikirdi. Burada, yemekte, her şey güllük gülistanlıktı tabii ama dağda, baskıda ne kadar sakin kalabilecek, nerede açık verecek, ekipte kim kimin açığını kapatabilecekti? Herkes kendi yükünü taşıyacak mı, yoksa havlu mu atacaktı? Ortak işlere ne kadar destek olacaktık? Bunlardan daha da önemlisi zirvenin üç yüz metre altına gelip de hava şartlarından dolayı zirve yapamayacağımız anlaşıldığında ısrar mı edecek, durumu kabullenecek miydik? Yani sonuçta oraya zirveye çıkmak için gidiyoruz değil mi? Ama bazen işler hiç de beklendiği gibi gitmez. Zirveye az bir mesafe kala bir fırtına çıkar, ya da kar tahminlerden fazladır, saplanıp kalınır. Sakatlanmalar, kazalar da buralarda olur. Bir kişinin ısrarı ile bütün ekibin riske atıldığı zamanlar…
İşte o zaman dağcılar arasındaki fark anlaşılır. Usta dağcılar, “bu şartlarda olmaz, tehlikeli” der ve geri dönerler. Sanki on, on iki saatlik yürüyüş bunun için değilmiş gibi sakin bir şekilde dönerler. Çömezler, hele doğadan daha uzak yaşayanları, hiç anlamazlar, çıkmakta ısrar ederler. “Ama, ama dağın zirvesine vardık diyemeyeceğiz, zirvede fotoğraf çekemedik, bekleyelim biraz, zorlayalım biraz.” Usta olanlar hiç takılmaz bu taleplere “Dönüyoruz.” derler ve dönülür. Bir dağ tırmanışı sadece zirvesinden ibaret değil ki. Bu işin hazırlığı var, dağın eteklerinde geçirilen vakit, dev ağaçların altında okunan kitap, zirveye çıkış yolculuğu var. Sadece zirveye çıkacağım hırsı ile gelenler hızla kendilerini elerler. Bir sonraki gezide onları göremeyiz. Halbuki dağın öğrenmek isteyene öğreteceği çok şey var. Dağ insana istese de istemese de sebebe odaklanmayı öğretir. İnsan elinden geleni yapar ve yine de sonuca ulaşamayabilir. Bir sonraki sefer tekrar dener. İşin güzel tarafı dağlar hep orada bizi bekler.
Dedegöl’de de aynısı oldu. Üç günlük gezilerinde ilk gün, biraz yukarıda dev çam ağaçlarından önceki açıklıkta çadırlarını kurdular. Zirveyi çıkmayı ikinci gün deneyeceklerdi. Sabah hafif bir kahvaltıdan sonra yola çıktıklarında aşağısı günlük güneşlikti. Yukarı doğru çıktıkça hava kapanmaya başladı. Zirveye yakın yerlerde gerçekten çok kar vardı. Bellerine kadar kara gömülerek yürümeye çalışıyorlardı. Tam zirvenin altına geldiklerinde karın içinde sıkışıp kaldılar, sis de inmişti. Hemen zirvenin altındalardı ama daha fazla ilerlemek mümkün değildi. Zirveyi göremiyorlardı bile. Hepsi bir birine baktı, ve o an gelmişti. Çıkmalı mı, inmeli mi? Eğer devam ederlerse, orada saplanıp saatlerce kalabilirlerdi. Önlerini görmedikleri için düşüp biri bileğini burkabilirdi, ya da bacağını kırabilirdi sonra in inebilirsen aşağı, sonra unut Kilimanjaro’yu.
Ekip dönmeye karar verdi. Hafif buruk ama yaptıkları yolculuktan
mutlu dönüş yoluna geçtiler. Nazan yorgunluktan titreyen bacaklarını dev
çamların altına uzattığında yüzünde bir tebessüm vardı. “Bekle bizi
Kilimanjaro” dedi içinden. O sırada ablanın sesini duydu, “Nazan, Pazartesi
Ercüment’i aramayı unutmayalım, beşincimizi bulduk, değil mi?”
Kafede otururken sıcak kahve içerken hava güzelken herkes mutluyken birlikte bu güzel saatler paylaşılırken, herkesin karnı tok bir şeyler yiyip içerken, herkes iyi herkes hoş herkes güzel herkes tatlı. Bir baskı gelsin, biri hastalansın biri borç istesin biri zor durumda kalsın, sıkıntılı bir durum yaşansın belki bir doğal afet, o zor olan sıkıntılı süreç, o baskı Her neyse, işte insanın ne olduğu o baskı anında meydana çıkar çünkü baskı ayrıştırıcıdır. Altın ateşle, kadın altınla erkek kadınla sınandığında ne kadarlık baskıda verdiği sözden döner kıvırır dansöze döner. Herkes baskıda vazgeçer de kaç birimlik baskıda vazgeçeceksin... Güzel bir yazı olmuş. Ben de bunları düşündüm okurken.
YanıtlaSilZirve herkese çekici, ya patika? Herkesin iteledigi yerde sen keyif alabiliyor musun? Zor gerçekten... Basarabilmek dileğiyle 🙏🙏
YanıtlaSilKaleminize sağlık, güzel bir yazı.
YanıtlaSilZirve çok çekicidir herkes zirveyi ister. Hep olayım en olayım en birinci en güzel en yakışıklı en zengin en havalı ben olayım ama bu uçlar hep tehlikeli... Orta durumlar orta yollar orta insanlar orta yol en iyisi: Optimum olandır . insan için en uygun olan orta olan optimumdur. Ama insan yanılır ve hep uçlarda dolaşır.
YanıtlaSilsonuca odaklı insanlar arasından sıyrılıp yoldan keyif almak ... ne kıymetli..
YanıtlaSilBaski sirasinda insanin etrafimdakilere guvenmesi ve ne yapacaklarini bilmesi buyuk bir konfor. Hayatin her alanina uygulanabilir bir strateji👏👏👏
YanıtlaSilinsan kendi hayatını da dağa tırmanıyor gibi düşünüp hareket etse aslında. birçok konuda işaretleri görüp ona göre tedbirini alabilirdi. Ellerinize sağlık çok güzeldi yazı
YanıtlaSilKaleminize ağlık güzel bir yazı 👌
YanıtlaSilgerçekler
YanıtlaSilGERÇEKLER
YanıtlaSilKaleminize sağlık... çok güzel olmuş
YanıtlaSilKaleminize sağlık 👌👏💫
YanıtlaSilİnsan elinden geleni yapar ama yine de sonuca ulaşamayabilir..
YanıtlaSilTamam mı yoksa devam mı?
Çok güzel bir yazı kaleminize sağlık.
Doğru sebepler doğru sonuçları doğurur. Ama öncelikle neyin doğru neyin yanlış olduğunu bilmek gerekir. Bir şeyi hem doğru hemde güzel yapıyorsanız İYİ bir şey yapıyorsunuz demektir. Ama bir şeyi hem yanlış hemde çirkin bir şekilde yaparsanız o zaman da ĶÖTÜ bir şey yapmış olursunuz. Bu yüzden bu hayatta bir yere girerken doğru kapıdan girmek gerekir bu da ancak doğru sebepler oluşturmakta olur...
YanıtlaSil